Bir asgari ücretlinin, yemese içmese, kazandığının tamamını bir kenara koysa, 40 milyon lira biriktirmek için 5.555 sene aralıksız çalışması gerekir.
Hasılı, Milli Piyango’nun 2012 Yılbaşı ikramiyesi resmen bir ‘ahlaksız teklif’.
1980’lerde, İsveçli sosyal-demokrat politikacı Olaf Palme, Batı’nın bir ‘neoliberal dalga’nın altında kalacağını (tsunami kelimesi daha moda olmamıştı o tarihlerde) ve ‘kişisel başarı’ ideolojisinin ‘zenginlerin fakirlere isyanı’ haline dönüşeceğini öngörmüştü.
Dünyayı iflasın eşiğine getiren ve batmaları (?) vatandaşın vergileriyle engellenen uluslararası bankaların CEO’larına bu büyük başarıları (!) için ödenen yüz milyonlarca dolar prim, bu ‘isyanın’ 30 yıl sonra hâlâ bastırılamadığının işareti.
Yani bu (daha doğrusu kimi) zenginler fakirleri düşük ücret ve yüksek kârlarla soymakla ve vergi kaçırmakla yetinmiyorlar, (kapitalizm tarihinde sık sık görüldüğü gibi) bir de dönüp, vatandaşın devlete zar zor ödediği vergileri talan ediyorlar. (Bakınız Robber Barons)
Sokağa dökülen İspanyollar’ın başlattığı ‘yetti gâli’ hareketi dünyanın finans merkezi Wall Street’in işgaline kadar gitti. Belli ki arkası gelecek.
Halk ağır ağır aptal yerine koyulduğunu ve soyulduğunu idrak ediyor ve buna tepki gösterip sokaklara dökülüyor.
Bu arada gazeteciler, ekonomistler, sosyologlar da konuyla ilgili araştırmalarını sürdürüyorlar.
Aylık ekonomi dergisi Alternatives Economiques’in yayın yönetmeni Thierry Pech, geçenlerde çıkan Le Temps des Riches: Anatomie d’une Secession adlı kitabında, her türlü ‘servet düşmanlığı’ iddiasını reddederken, hiper-zenginlerin ‘sosyal adalet, ekonomik etkililik ve demokrasi açısından bir sorun’ haline geldiğini vurguluyor.
Ve diyor ki, şimdi önümüzde 2 seçenek var:
Ya yeni ve daha adil bir ‘toplumsal sözleşme’
Ya da ‘eşit toplum’ idealini bir kenara bırakmak ve her türlü popülist (belki anti-demokratik) tepkilere kapıyı açmak...
Meslektaşım Pech (Batı dünyasından bahsediyor ama bir anlamda Türkiye de bu şemaya girebilir) son dönemde çok küçük bir azınlığın ulusal gelir ve servet içindeki payının giderek arttığını, bu aşırı zenginleşmenin tabii ki finans ve iş dünyasında, ama eğlence ve spor sektörlerinde de görüldüğünü vurguluyor.
Ve bu gelişmenin bir ‘tesadüf’ olmadığını söylüyor:
Hiper-zenginler 1980’lerde ortaya çıkan ve ‘zenginler daha az (vergi) öderse, fakirler daha iyi yaşar!’ diyen ‘trickle down’ (damlama, akma) teorisinin ürünüdür.
Birilerinin aşırı zenginleşmesi toplum için iyidir, çünkü bu servet, sonuçta toplumu da zenginleştirir... yalanı (yahut da anestezisi diyelim) Ronald Reagan-Margaret Thatcher (bizde de Turgut Özal) döneminden çok daha eskidir.
Bakınız: Bütün rakiplerini hatta ortaklarını batıran; attığı imzaları reddeden; grev kırmak için silahlı çeteler kuran; işçilerini aç ve sefil ücretlerle sömüren ve ABD’nin demir-çelik kralı olduktan sonra kurduğu tröstü satarak güya hayırsever insana dönüşen Andrew Carnegie’nin Zenginliğin İncili adlı kitabı ve felsefesi.
Bech, kitabında ilginç bir hususun da altını çiziyor:
Bu, tahammül edilmez boyutlara ulaşan sosyal ve ekonomik eşitsizlikte tek kabahatli, hiper-zenginler (ve zenginlenle aynı kaba işeyen politikacılar ve medya mensupları) değil.
Fakirlerin de kabahati büyük. Çünkü fakirler ‘bir gün belki ben de...’ diyen köşe-dönücü zihniyetle, kimi işadamlarının, tepe yöneticilerin, televizyon programcılarının, dizi oyuncularının, şarkıcı-türkücülerin, futbolcuların vesaire haksız zenginleşmesini hayranlıkla ve gıptayla izliyorlar.
Ve - komünizm korkusu da kalmadı - bu yeni ve görgüsüz zenginler, servetlerini gözümüze sokmaktan da çekinmez oldular.
Hatta aksine, görgüsüzlük ve teşhircilik, gazetecileri de kapsar hale gelince, in oluverdi. (Magandayım ama para bende, yani.)
Bir tür Stockholm Sendromu söz konusu.
40 trilyonluk büyük ikramiye de, yüzde 99’a sunulan kocaman bir havuç!
Not: Bir çeyrek bilet aldım. İkramiye çıkarsa ilk işim, kırmızı bir Ferrari satın alıp Reyna’ya gitmek olacak!
Serdar Devrim, Hürriyet-İK 25.12.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder