Daha önce yazdığımı sanıyorum: İzin ve tatil yapmayı bilmek, dinlenmeyi ve eğlenmeyi becerebilmek bir medeniyet işidir!
Yine daha önce yazdığımı sanıyorum: Çocukluğumda, sınıf arkadaşlarımdan gördüğüm kadarıyla, bizim Yahudiler’in hafta içi başlarını kaldırmadan çalışıp, hafta sonu, iki elleri kanda olsa, imkanlarınca ama mutlaka bir yerlere gitmelerine, tatil yapmalarına özenmişimdir. Bunu biz ‘Müslüman Türkler’den daha batılı’ (ve medenî) olmalarına bağlamışımdır.
Bu teorim doğruysa, yani izin ve tatil yapmayı, dinlenmeyi ve eğlenmeyi bilmek bir medeniyet göstergesi ise, yazarınız dünyanın (daha kötü bir tanım yapmamak için bu kadarını söylüyorum) en medeniyetsiz adamıdır.
İzin yapmayı, işinden kaytarıyormuş gibi algılayarak adeta ayıp saymak kadar çağdışı bir şey olabilir mi günümüzde? Bu satırları yazarken 2 gecelik bir tatildeyim ve çalışmamaktan dolayı utanç içindeyim. İçimden ‘Burcu, ‘Yazarımız izindedir’ kabilinden bir özür koyuver bu hafta, idare et beni’ demek gelse de, genlerime işlemiş homo ergaster refleksi buna engel.
Yazacağım bir şeyler ama… izin verirseniz kolayına kaçacağım. (Belki de ‘zoruna kaçacağım’ demeliyim. Çünkü bazen tercüme etmek, yazmaktan daha çok zaman alıyor.)
Fransa’nın eski Milli Eğitim Bakanı Luc Ferry’nin bir makalesini size okutacağım. Konu beni, burada itiraf edemeyeceklerim de dahil, bir çok açıdan son derece ilgilendiriyor. Bu konuda aslında söyleyeceğim çok şey var, ama başka sefere… İşte Ferry’nin makalesi:
*
'APTALLAŞMADAN' NASIL YAŞLANILIR?
Yeniyıl geldi, kontör bir tur daha attı. Rousseau ‘aptallaşmadan nasıl yaşlanılır?’ diye soruyordu, özgürlüğünü kaybetmeden, ağır ağır bir hücreye çevirdiği kabuğundan kurtulmaktan aciz bir çeşit ihtiyar hayvan haline gelmeden?
Rousseau,bu soruyu sorarken, yaşlanırken doğanın hatta tarihin yükünü üstünden atma becerisini kaybetmekten, ‘iyileşebilir’ (perfektibl) olma kapasitesini yitirmekten korkusunu dile getirir; yaşlandıkça bir kalıba girmekten, ailevi veya sosyal hayatında oynadığı rolün veya mesleğinin, mevkiinin gerektirdiği modele uymaktan korkusunu…
Birinden ‘O mu? O önemli biridir!’ diye bahsediliyorsa, bilin ki belli bir sosyal rolün kalıplarına iyi uyuyor demektir. Sanatçı olsun politikacı, avukat ya da doktor olsun, bu dünyada kendine bir yer edinmiş, hazır bir kalıba girmeyi başarmış demektir. Peki oynadığımız rolün esiri olmadan böyle bir kalıba nasıl girebiliriz? Hayatımızı bir hapishane, bir hücre olmaktan nasıl sakınabiliriz?
Tehlike daha çocuklukla başlar. Çocuk kendine bir ‘kişilik’ yaratır, bir rol yapmaya başlar:
Sınıfının birincisi, cici ve uslu kız - Amerikalılar’ın ‘goody goody’ dediği türden, yahut da sınıfın en şamatacısı veya en tembel çocuğu… Yaşımız ilerledikçe toplum bize, aralarından istediğimiz seçip benimseyebileceğimiz, çeşit çeşit hazır rol modeller sunar: Sınır tanımayan bohemden asker disipliniyle hayatı yaşayana, Allah devletimize milletimize zeval vermesin diye kamu hizmetinden başka şey düşünmeyenden anlaşılamamış dâhiye, devrimci, hak arayıcı, büyümeyen çocuk, torun düşkünü dede, fedakar baba, çocuklarına aşırı düşkün anne, çıkarken kapıyı çekmeyi unutan dalgın dâhî… Bu prefabrike modeller neredeyse sınırsızdır, birini seçer, üstünüze giyer ve hayat yolunda ilerlersiniz.
Sartre, Rousseau’nun ‘aptallık’ dediği bu tercihe ‘ucuz bahanecilik’ adını verir. Kendimize bu yolla hem hazır bir kimlik ediniriz hem de ölçümüze uyan bir determinizm. Eğer yaşadığımız hayattan mutlu ve memnun değilsek, suçu tarihi ve sosyal şartlara atarız.
Aznanour’un Je m’voyais déjà şarkısında sözünü ettiği bu ahlâksız yöntemdir. Gençken kendini geleceğin dâhîsi, başarının zirvesinde ünlü biri olarak hayal eden birini anlatır. Yirmi yıl sonra, herşeyi ıskalamış biridir oysa. Üç kuruş kaşeye talim eden, hayal ettiği kadınlardan yüz bulamayınca garip fahişe kızlarla yetinen bir zavallı. Ve bir sürü bahanesi vardır bu sefilliği kendine mazur gösteren: Şanssızdır, kimse elinden tutmamıştır, herkes tekerine çomar sokmuştur, zaten dinleyici kalabalıkları onun şarkılarını anlayamayacak kadar aptaldır… Aaah, doğru dürüst bir ülkede dünyaya gelmiş olsa, biraz şans verilmiş olsa, ‘düzen’ onu ezmek için bu kadar acımasız davranmasa, rakipleri pis oyunlarla onun yerini almasa… mutlaka afişin en tepesinde onun adı yazılı olurdu bugün! Bütün suç başkalarında ve kötü kaderdedir yani.
İşte ‘ucuz bahaneci’ budur. Daima işi kadere bağlar, olumsuz şartlara, çeşitli baskılara ve elini kolunu bağlayan durumlara, aileye, parasızlığa hatta gerektiğinde biyolojik talihsizliğe… Kusur bizde ve bizim talihsiz tercihlerimizde olmasın da, bahane sınırsız.
İşte ‘ucuz bahaneci’ budur. Daima işi kadere bağlar, olumsuz şartlara, çeşitli baskılara ve elini kolunu bağlayan durumlara, aileye, parasızlığa hatta gerektiğinde biyolojik talihsizliğe… Kusur bizde ve bizim talihsiz tercihlerimizde olmasın da, bahane sınırsız.
Ama Rousseau’nun da Sartre’ın da benzer şekilde savunduğu gibi, biz tercihlerimizde özgür isek, aptallık veya ucuz bahanecilik kaçınılmaz mıdır?
İnsanın yaşlanırken illa kaybetmesi, zavallılaşması şart değil. İstersek, çalışırsak, yaşlılık bize bir çeşit bilgelik de getirebilir. İhtiyar Kant’ın – ihtiyar çünkü bu sözleri söylediğinde, o zaman için çok yaşlı sayılabilecek 66 yaşındadır – ‘sınırlı (borne-at gözlüğüyle gören) düşünce’ye karşı geliştirdiği ‘genişletilmiş düşünce’ye erişilebilir. Belki de hayatımızın anlamı, sadece yaşın ve tecrübenin getirebildiği bu ‘geniş ufuklu bakış açısı ve düşünce’ ile bulunabilir.
Çünkü ufkunu açmak sadece zekasını ve bilgisini geliştirmek değil, insana evreni ve evreni paylaştığımız insanları da anlama imkanı sağlar.
Hasılı yaşlanmak, hareketliliğimizi sınırlarken bir yandan da bize bilgelik, hoşgörü ve daha geniş ufuklar kazandırabilir.
(Luc Ferry, Le Figaro, 05.01.2012)
Serdar Devrim, Hürriyet-İK 22.01.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder