Üniversite-iş dünyası sinerjisi filan gibi büyük laflar ederler.
Okurken mutlaka staj yapın, hem okuyun hem çalışın, derler.
Staja başvurursun, sağlam bir referansın = dayın yoksa, yüzüne bile bakmazlar.
Bakarlarsa, seninle kaybedecek zamanları yoktur, ya 'Boşuna gelme, ay sonunda uğra staj formunu imzalayalım' derler yahut mutlaka gel deyip, bir masada akşama kadar pinekletirler.
Beterine denk gelirsen, bu sefer fotokopi çektirirler, pul yalatırlar.
Mezun olup iş başvurusu yaptığında - yine aynı insanlar, utanmadan - 'Nerede staj yaptın? Stajda ne yaptın?' diye sorarlar.
Yeni mezunsundur, 3 yıl - 5 yıl iş tecrübesi isterler.
Çünkü, tıpkı stajyerler gibi, sana zaman ve kaynak ayırıp eğitmeye niyetleri yoktur.
Armut piş ağzıma düş diye beklerler.
Başvuru formu doldurturlar, CV yazdırırlar, günlerce bekletirler, üç kere mülakata çağırırlar...
Sonra, müdürün oğlunun sınıf arkadaşını işe alırlar.
'Doğru işe doğru insan' dedikleri budur aslında.
Çaresizliğini fırsat bilip, yıllarca kadrosuz çalıştırırlar.
Ücret değil bahşiş verirler.
Gün gelir, yalvar yakar, kavga dövüş sigortan yapılır.
Ama bu sefer de asgari ücretten beyan edilir, maaş açıktan ödenir.
İnsan kaynakları uzmanı Tahsin Bey 'Şu işe girmede yaş sınırı sorununa da bir değinseniz' diyordu.
Bizzat yaşadıklarından ve çalıştığı şirketin toplu işten çıkardığı insanlardan duyduklarından örnekler veriyordu:
40'lı yaşlarda, kazayla (şirket kapandı, işler kötü gitti, patron değişti...) işsiz kaldın mı, yandın.
Bu yaşta personele iş yoktur Türkiye'de:
‘Nereye başvursak, yaştan kaybediyoruz. İş başvuru formu doldurmanıza bile gerek yok, diyorlar...’
Yine çaresizlik, yine üç kuruşa talim, yine sigortasız işe eyvallah.
Bu şekilde yıllar geçer, yaşın gelir, şu kadar gün primin ödenmediği için emekli olamazsın.
Olsan sana ölmeyecek kadar maaş verirler.
Seni, eve ekmek götürmek için, yine ve daha da kötü şartlarda bir iş aramaya mecbur ederler.
*
Ben insan kaynakları uzmanı değil, gazeteciyim.
Onun için diğer ülkelerde de aynı sorunlar yaşanıyor mu, yoksa bunlar bize has mı, bilmiyorum.
Bildiğim bir şey varsa, benim bildiğimi herkesin de bildiğidir.
Ve bütün bunların hiç de öyle 'istisna' filan olmadığıdır.
Laf Ziya Paşa'nındır galiba, hani bir anekdot vardır:
‘Bir ben biliyorum, bir sen, bir de efkârıumumiye’ (kamuoyu) demiş.
Yukarıda söylediklerimin böyle olduğunu - sendika ağaları dahil - herkes biliyor.
Tıpkı, mesela, trafiğin anasını ağlatan halk otobüslerine ve minibüslere polisin niye hiç dokunmadığını herkesin bildiği gibi.
Tıpkı, milyonlarca insanın vergi kaçırmak için sigortasız çalıştırıldığını, bilemedin asgari ücretten gösterildiğini, başta Maliye ve Çalışma Bakanlığı, herkesin bildiği gibi.
Tıpkı, milyonlarca esnafın, tüccarın, serbest meslek sahibinin asgari ücretliler kadar bile vergi ödemediğini herkesin bildiği gibi.
Niye kimse söylemiyor?
Niye kimse söylenmiyor?
Niye kimse düzeltmeyi denemiyor?
Serdar Devrim, Hürriyet-İK 16.10.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder